Satürn'de sek sek

Satürn'de sek sek
ben diye biri

27 Aralık 2011 Salı

Çikolatalı Çamur



  Çivi
Ben İsa’yı iki kere uyardım
Bir ayaklarından; bir bileklerinden…

Cankarartan
Ben Musa’ya iki kere kırıldım
Bir Nil’inden
Bir kış uykusuzu asasından…

Bir gecede
Ne komiktir trenlerin üstüne boşaltılan kan
Akmayan kan; dizede diz dize aka aka ağaçlara tırmanan kan
Mandıralar; cehennem; beyaz
Sen; tanem; bir
Ne de olsa bıyıklılıkta biriktiriliyor yağlı öpücük
Musa’nın asasından; Firavun yalıyor Vira cankurtaran…

Kurtaran… Kurtulan… Fidye istiyor yaradan
Hey kartpostallara üşüştürülen genç ölüler
Hey lastik dinamizmi; otogarlar, Esenler, gidişler
Muavinleri vurun; çaylar yaradan dan dan

Kalem
Bu şiir üç kere kırdırdı ucunu
Klavyesiyle öpüşen bir harf vardı
Çarmıhta unutmuş hayatta kalma tuşunu…

Cankara
Dizkapakları emile emile kemik çıkartılıyor hayattan
Kundaksız bebek; kundaklanamamış yangın
Dün yorgun; bugün argın, yarın Salı
Atlıkarıncayı okyanus sanıyor; iki yıldır boğulan kaptan…

Dan dan dan
İki el, el sesi duyuluyor aşağıdaki yukarıdan
Çamurlar içinde iki ayak bileği
Bilekler içinde iki kara çikolata
Kalbini şapırdatıyor tek sevgili
Yarın diyoruz; yarın hangi hilal aylardan?


15 Aralık 2011 Perşembe

monoton kokteyli



  Ödüm kopuyor ödlerinden
Korkum korkularından
Kazlarım, ah güzel kazlarım bir gece vakti
Kaçıverdi ördeklerinden.

Balkondan atlamaya 1 kala bir baktık ki bodrum katı
Masallar, iğne geçiren tendir
Bremen Mızıkçılarına neden alınmadı?
Neden bizim bıçkının göbekli atı?

  Takma kirpiklerle patladı toz yaşı
Plastik eldivenler katili sesinden tanıttı
Ah ne olurdu ne olurdu
Olmasaydı uzay diye bir şey
Ne güzel bu darlık ikimize de sığardı

Ölü doğanlar itli kedili mahalle burcu
Bir okun hizasından cennetin kafasının üstündeki elmaya saplandık mı?
Ateşlere gece serpiyor yıldızların ödenmemiş borcu
Hey sen arkadaki! Okuduğumuzu anladık mı?        


Ne beyazdı çocukken kardan adam yakmayı denememek
     Halil diye birini tanımıyorken
  Halis diye birine kandık
Nehirler tek ayak üstünde bekletilirken
Zaman kötü fikir teslimatçısıyken
Hey çok tanrılım, hey tutkal kitabım
Biz burada, çok eraj negatif kandık.




            

10 Aralık 2011 Cumartesi

yüz felci

Bu, hoş gelişin olsun
Serilmiş yerlere düğümün çözümü
Adli tıpta yargılarlar teninde allaşmış ölümü. . .

Bu şimdi şöyle dursun
Çayın yanında kahve iyi gidermiş gibi
Nükleer denemeler ve çok acayip fiyaskolardan vakit arttıkça
Uykusu gelmiş bir uçak mı kaza yapar hep
Hep mi hoşun oluşumu gelişinde
Bu ilk ikindi olsun
Vurulmuş dudaklara ıslaklığın hacmi
Saçlarından biraz alınarak kısaltılmış yolların mili

Bu da sana aşk olsun
Büyük tempo, küçük basınç,
Şırıngalar, oklar, ne biçimdir o öyle garip bilmeceler
Kaç ayak varsa aramızda ojeleri benden olsun
Ojeler erisin de akan suda gövdem miğferine gemi
Bu da derinliğine sığmamış yeryüzüne buluttan bir kaşık
Bu da balığından terleyen bir deniz
Bu da bulamadığım bir son dizeye
Bulduğun mu bulur bulmaz
Bulduğun bir aşık olsun…



29 Kasım 2011 Salı

Bir tereddütün ormanı


  İncelenmiş burjuva…
İnce ince dilimlenmiş…

Tadı kaçmış sakızı toz şekere banar ve banar ve banar gibi
Medet uman yalancı gerçeklerden
Hayat başı süslü edatlar olarak nağmelerin kükremesinde
Tek başına kullandığında hiçbir anlam ifade etmeyen…

  Unlu aristokrasi…
Dört beyazdan en tehlikelisi…

Metreslerinin metresi kaça?
Papazlar bile kaçtı oyunlarının görkeminden
At başı ojeli toynaklar olarak balolarının uçuculuğunda
Çocukların erişemeyeceği yerlerde
Kürtajlar yapılmış düşük yüksekliklerinden…

Bir elimde anayasa bir elimde yastaki ana

  İncelenmiş Cristof’un baş ağrısı
İnce ince dilimlenmiş Colomb’un sol taşağı…


Roland Barthes

Faşizm, söylemeyi yasaklamak değil; söylemeye zorlamaktır

Halil Cibran

Deli ol ve bize algının peçesinin ardındaki gizleri anlat. Hayatın amacı bizi bu gizlere yakınlaştırmaktır ve delilik bunun en hızlı atıdır.

La Bruyere

Hayat duygulananlar için bir trajedi; düşünenler için bir komedidir. 

28 Kasım 2011 Pazartesi

26 Kasım 2011 Cumartesi

ibneler 4 harflidir

Ayrılık… Buse noktayı virgülle ıslattı
Götünü ellediğim kadın evli ve amsız çıktı
Tanrı diye biridir, şapkalıdır ve susturur; biliyorsun
Sınıflar arası çatışma, mülayim idrar, septik piç
Ayrılık… Kara trenin geç boşalma sorunu
Rujlara aynalarca yazılan

Gidiyorsun? Kaça gidiyorsun?

23 Kasım 2011 Çarşamba

İss

Yükseklik bitti… Lokantadaki
            Son hayvan kapandı…
Kek olup yeniyorsun; onlar üzümlü seviyor
Üzüm yüzüne baka baka gözleniyor ve bu bir eladır…
Birden bir hıçkırık, birden nasıl düşsem de kırılsam
Ortadan kaybolur gibi Farsçanın başkenti oluyorsun
Biten yükseklik, bu dağ, bu yıldız ve sen en son nereden geliyorsun?

En son nereden geliyorsan geliyorsun… Hayvandaki
            Son hırs yırtılıyor…
Fal olup bakılıyorsun; onlar üçlü vakitleri seviyor
Birden on birinci kat, birden atlayış, birden asfaltın tadı hiç de fena değil
Düşerken tavuk kanatlarını düşündün ve dedin
Uçamamak, düşmenin devamıdır…
Bu bir eladır. Önce gözlerin akıyor saçının önüne

Önündeki lokma bitti…
Tren, pencerenin kenarında istop etti.
Sonra bu trenler, bu sokaklara; sonra bu sokaklar hep elalar…

Kendini bok gibi hissediyorsun; oysa onlar klozetlerinde bile beyazlar…




22 Kasım 2011 Salı

Bakunin

Tanrı var ise O zorunlu olarak ölümsüz, yüce, salt efendidir. Ve eğer böyle bir efendi var ise insan köledir. Eğer gerçekten bir tanrı olsaydı onu ortadan kaldırmak gerekirdir.  

Geothe

Almanya’da kim kibar konuşuyorsa O yalan söylüyor demektir. 

Flaubert

Burjuvadan nefret etmek; bilgeliğin başlangıcıdır.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Köpek Otelinde Bir Garip Resepsiyonist

Bunlar ilgilenilmiş göğüsler; ki tavandan sarkıyor
Ayrıntılara giremem; meme, detay kabul etmiyor
Bunlar sallanışta hırçın birer deprem, kasıp kavurdu ve iki ölü adam oldum
Kardayım; aynı anda iki kere sol omzumdan vuruldum
Ortancaydım; ki tavan da sarkıyor bir başka tavandan
Bunlar ilgilenilmiş göğüslerdir; fena zıplıyor memedeki hayvan…
                               
Bu sinek aşıktır, ama neden hep bana neden konuyor?
Bunlar ve bu sinekler galaksimizi 3. Meşrutiyetten koruyor…

Bunlar sulandırılmış kalçalar; ki yarımadaları birleştiriyor
Kaptana söz geçiremem, kaptan Robinson’u ayağının ucundan tanıyor
Bunlar, bunlar hep böyle bir feryat iki aman; savruldum ve iki adam öldüm
Manavdayım; çürük domatesleri sandıklardan kurtarıyorum
Oraya gittim; dönmeyeceğim; çünkü ben iki adamı üçe böldüm

Bunlar ayaklardaki basamak izleri;  
Bunlar çürük muz krampları
Bunlar dördüncü oyuncu değişikliği, ki yanlış
Bunlar hep böyle dedeciğim; sonuçsuz, paraşütsüz varış…

Bu sinek hayvandır, ama böyle neden böyle böyle küçücük?
Böyle kanatlı olmazsa olsun; içi dolu sümüklümücük!

Sonra ben bunlardan büyük bir yoğurtçu kazanına binip kaçıyorum
Ayakkabı arabaları var ve onların arkasına dadanıyorum
Hanede kanat çırpmak olmaz
Bak biblo düşüyor
Tablo iniyor
Anne yırtılıyor.

Sonra bunlar değiştirilmiş kadınlar, belden kırıklanıyor
Sonra biz üst üste dört kere ayrılıyoruz; Ahanda mankenli vitrin önünde
Yoğurt mu lazım, kaşık mı lazım, zehir mi lazım hepsi midemde
Yer, kontrol! Uçak, bulut, paraşüt
Paraşüt, uçma değil,
Düşme
Düşme
Düşme
Biliyor…







19 Kasım 2011 Cumartesi

ağaçsız ormanlar destanı


Kırmızıya kapaklanmış bozkırın esen tek yeliydi
Uzadı yüzündeki bakışları, dudaklarındaki kirişleri
O kirişler ki çemen kokusuyla ne eskitilmiş yarlar ne bacak bacak üstüne atılmış uçurumlar
Bir savaştan çıkmıştır besbelli perdesiz yanakları
Vurmuş, vurulmuş, milyonları yenmiş künyeler sayısı
Ama hırçın poyraz, ama hayvanlar gibi suskun yalçın bozkırın altı üstü
Baktığında sonsuzluk ufuğun ötesi, gittiğinde ayakları ufalır manzarada
Kesilen bir yan kopan bir yan, hep var olacakmış gibi ufak ufak seyrelişi
Biraz itaatkâr çokça yanlış anlaşılmış
Gövdesinden bilinir ne kadar yitirilişi – çokça
Gövdesinde kış koyusu kıllar – tanelerde kızamık kızamık izler  
Ormanlara hapsedilmiş bozkırın kuruyan tek yaprağıydı
İnceldi gözündeki uğursuzluk, dişlerinin sarısı
O sarılar ki baharat etkisiyle ne bitirilmiş yeminler ne tutsak ağzı ile saydam ölümler…

Bir ince destandır bu, kimse bilmez sağını solunu
Bileni sağ komaz bilmeyeni iteler sonsuz bilinmeyenlere
Med-cezir biter bitmez dalgaların sırtında beliren bir destandır bu
Bir garip susuştur tepine tepine gelen, gidenden gelmeyenlere…

Maviden araklanmış toprağın ses çıkarabilen tek dalıydı
Avuçlarındaki duman duman halka, güncesiydi bir cehtin
Kuşatılmıştı belli ki, köpek seslerine karışıyordu tavanı akan mağaralar
Ne doğu-batı; ne Manisa-Muğla
Yersiz yönsüz kaybolanların bulmacasıydı bu kıraçlık, bu tenha
Zaman maman yoktu hani
Kim uzaklaşmışsa körfezinde akşam net ve açık işte karşısında

Sen de kadınsın demek tabiat!
Kimilerine ana oldun, kimilerine bacı, kimilerine malum karı
Uyudun uyandın – baktın ki yaşlanırmış sonsuz olan da
Çürürmüş etleri kilo kilo
Ben ölürsem ne yaparlar dedin – anaydın
Ben ölürsem nasıl geçinirler dedin – bacıydın
Ben ölürsem – sevgiliydin temmuzunla-nemli buselerinle
Ama bitiverirmiş işte masallara konaklık eden devasa tarihçe
Kırış kırış kırışırmış griliği, hazanlığı, hazinliği, kucaklayışı
Sen de kadınsın demek tabiat!
Bir taneli huzurdan yoksun
Ölüleriyle şişmanlamış bir bebeği bekler gibi ama
Kocamanmış atomlaşmış – ayrıldıkça parçalarına bir sarılık kalmış
Kendi karanlığını göremeyecek kadar ama…

Sen de kadınsın demek tabiat!
Bir işten çıkarılış gibi, eve gelen bir celp gibi
Bir sarsılış ki yerinden oynuyor bilek
Koptu kopacak surat, onlar ki vişne ağaçlarıydı
Belki de sırf sübyanlar sevinsin diye
Gariplerin açık hava et lokantası!
Bir yitiriliş ki kınından oynuyor sır
Yaraya temas eden pamuk gibi kızarışın
Ne utanıştan ne şiddetten
Gitti gidecek tren, onlar ki kendi ummanını oluşturmuş bostanlardı
Belli ki cehennem olmasın yaz diye
Yoldan geçene hayır işi kervansarayı!

İlkokul sıralarının resim defterlerine çizdiği güneş değildi o tepedeki
Gülen gözleri değil ağlayan yangınları vardı
Yaygın ağzı değil şimşeklerce yarılan dizleri vardı
Güneş dünyanın suratıydı – dünyanın suratından düşen bin parça
Neyi geride bıraksa Anadolusuydu artık oranın, tozu toprağa karışmış   
Labirentlerinde zevk kokulu çiçekleri
Dünya güneşin vücuduydu –güneşin vücudundan kabuğu kalkan bin bir yara.

Tuhaf bir fırtınadandı geldiği, getirdiği
Rüzgâr kendisini değil hep bir başkasını kokardı ya mesela
Sümüklü çocuğun gökkuşağına bulanmış hırkası
Dar sokakların fazla gerdanlı kadınlarından arta kalan lokmaları
Babanın iş çıkışı paltosu kokardı rüzgâr
Demek sen de kadınsın rüzgâr!
Bohçanda kaya kaya ağırlıklar
Mızmız siluetleri, taze selüloitleriyle bol pijamalı kızcıklar
O seni taşıyormuş gibi güleç her şekillerde yüzün
Bir şarkısın muhakkak, nakaratı kendisinden büyük, geniş
Demek sen de kadınsın rüzgâr!
Ter içinde kalmış kalbin ve sel taklidi yapan akarsuyun!

Olmamış erikleriyle olmuş bir yeşili kamburunda taşıyan bozkırın açılan tek mektubuydu
Hasret, kelimeler olmuş sallıyor mukaddes hafızasını
İki baharın arasına yaz konulmuş bir kere
İki dağın arasında kuyumcu gözleri, bukle bukle gözyaşıyla bir yar
Saçlarını bir salsa iskeleye inecek bütün haydut kuşlar
Gözlerini bir kırpsa ama kırpmasın
Kırpmasın ki bir uzağa âşık olmasın eşkıyalar
Aydınlığı kararlılığa sürttükçe çıkıversin güneş sürpriz gibi
Sürprizler gibi açığa alınsın bütün obur dağlar…

Toz, saçlarında duvak; yiğittir o ağlamaz su akar gözlerinden
Bütün trenler kaçırılmış, bütün vapurlar çöllere sürülmüş, bütün uçaklar kumru katili
Bir yolculuksa yaşamak ki değil niye gider bu bulutlar, sonra nereye

Demek sen de kadınsın rüzgar!
Demek başkasında esiyor sendeki adın…




18 Kasım 2011 Cuma

Azabistan!


Mumun dibindeyim anlayacağın
Yer, gök inim inim
Dükkânlar kapalı ve kükürtlü
Sokak hıncahınç serseri…
İhtişamı azaldıkça su birikintisi
Yandıkça orta çağdan detay ve kargaşa rica eden bir aşk
Titredikçe deniz kıyısı evi projemizin kumsalına çatısız kalelerini diken
Bir mum… Ve dibinde tek boş oda
Doğum günü mumlarını aydınlanmak için kullanan parazitlerden biriyim.
Tarihte ismi ilk defa girişim sözcüğüyle yan yana getirilmeyen linç…
Kumaşım… Makassız ve bedensiz
Boyumun ölçüsünü aldım da kollarıma göre bir kumsal dikme telaşındayım…
Aradan yıllar değil şubatlar geçti anlayacağın…
Bıyıklarımız çıktı; kedilerden daha yakışıklıyız sandık
Silahlarımızın içindeki sarı boncuk kurşunlarla ancak kusur öldürebilirdik
Bir de kot pantolonlu dar haziranları
Anlayamadık
Su, temizken kokusuzdu ve sen
Fi tarihinden bahsederken bile “geçenlerde” diye söz edecek kadar nergistin…
Rafadan yumurta ikizleri / ne melodram ama ne kaktüs alerjisi…
Hani saç, malanmaz taranırdı 
Hani adamın biri diye biri vardı hakikatte
Bir güzel asetonladın beni
Bir güzel sağ gösterip solu unutturdun…
Çat pat baharlar geçiriyoruz
Boynun kolyemdir artık
Yer, gök saçma sapan
Dükkânlar toz ve toprak…

Seni sevdikçe genel kültürüm arttı
Biliyorum artık kibritin çakmaktan sonra bulunduğunu ve kavuşamayacağımızı
Joker hakkımı çizgi filmlerde bıraktım…
Göle manzara tutmaya gitmiyorum artık
Seni sevdikçe hafıza kartım genişledi
Gece yatmadan önce uyuyorum ve biliyorum sarmaş dolaşamayacağımızı

Gecenin körü, körün gecesi
Tıklım tıkış tıklım tıkış
Tren geçiyor azıcık ömrümden
Bu gece sular gelmeyecek bekleme
Bu gece sular gelmeyecek
Sen iyisi mi bu gece kurabiye de pişirme
Kahvaltıda ellerinsiz masalar var, önünde leş gibi kokan akbabalar…

Doğum günü mumlarını ısınmak için kullanan kazı kazanlardan biriyim
Don kişotlar ölmez vatan bölünmez anlayışıyla bir hayli yorgun
Giderek çivileşmişim
Uydurulmuşum; ana haber bülteninin her son havadisi gibi
Sürpriz derken korkutmuş
Yaşam derken sürçmüşüm tamamımla

Merdivende hala ayak izlerin, git bak istersen
O ayaklar, gittiğin yolların tamamı

Bıçaklarımı kes, alnına sok beni
Diri diri öldür, bağrınla yak beni
Yüreğim bir başka azap çıkartmasını kaldıramaz nasılsa
Boşalmamı bekle ve öyle don
Sana ağzımdan bir uçurtma yapayım
Caaart diye kıvrılayım soluğuna
Eğil, bükül, gideril, tek kadınlık aşklara daya cazibeni
Gözlerine gözlerimi değdir
Pençelerimi tırmala, kirpiklerine fırlat yağmurbeyaz tenimi…

Merdivende hala canıyla eflatunlar, git bir üstünden geç istersen
O eflatun bütün gülüşlerinin tek bilinmeyeni

Beklerken seni ben uyuyakalmışım, sen gelmemişsin
Gene sebepsiz bir coğrafyada
Bir kardan adam çocukluğunu okşayıp kaçmıştır
Bir narkotik, saçlarında kepek var mı diye bakmıştır
Yine bir boş kırda, yine bir hoşlantıda çocuklaşmışsındır
Beni sorsalar öyle birini bir ara unutmamışsındır 

Seni sevdikçe denizanalarına olan inancım sarsıldı
Oğuldan küçük bir vatan?


Mumun dibindeyim; anladın
Bedensiz ve makassız
Sensiz ve senlersiz
Uzayıp kalır yerinde bu ağrı, bu güfte, bu güldürü
Bu gece sular gelmeyecek bekleme

Bu gece zift dökecekler çıkarıldığım zeminlere…



  





derdeniş


  Bu ülkede kitapçıdan çok köfteci var abim Ahmet
  Bu yüzden hiç okunmuyorum; bu yüzden çok satıyor Sultanahmet.

ayraç -7-

yumuşak makine kafamı şişirdi diyor William S. Burroughs
korkma ben vardım diyor Murat Menteş

Karl Marx

Asıl tanrıtanımazlar kitlelerin tanrılarını reddedenler değil; kitlelerin düşüncelerini tanrılara atfedenlerdir.

16 Kasım 2011 Çarşamba

hangi marka domates?


 E sonra güzel bir haber de gelmedi ki sizden
Halhalı çıkarmak için bilek kırdığınız da oldu
Yangın çıkarmak için kırmızılar giydiğiniz de. . .

Eve hiç sarhoş dönmediniz; Afrikalara özel pusulalarınız vardı; kırılmazdı
Su, geçirmezdi sizi kendinizden; kurak sever; çöl sevilirdiniz
Kapsamlıydı şehir
Siz, pantolonunuza yemek lekesi bulaşmasın diye açlıktan ölür gibi yapandınız…

E doğrusu bizi şaşırttınız
Şimdi hep beraber aynı şarkının nakaratında:

Bir deri bir kemik, gözümün nuru elimin kiri
Lewis’inin laciverdiyle koy önüne sik beni

E öncesinde hiçbir yeni mesajınız yok idi
Vurul, kırıl, parçalan
Şimdi bedava oynanan
Şirketlerin koltuğunda şirret kalçalar

Ücretli izinlerin rahatlığıyla yaşadınız yaşlılıkları
Bir darılıp bir barışmalarınız yok mu dünya ekseninden sıyrılırdı

Yanıldıklarınız da pek tekinsizdi
Şelalesine karşı hep biraz çekingen olan her mağara gibi

Dünya biraz üçüncüleşince
Değildi mi keyfinize – değildi!

Bir deri bir kemik; gözümün nuru elimin kiri
McDonalds’ının hamuruyla kat önüne sik beni

Yürüyen İngilizceler olarak
      Ettiğiniz lakırdılar rakının grisini arttırmış
Siz, siz olmuşsunuz da gören sizi komşunun kedisi sanmış

Ve yürüyün şimdi, koşun şimdi, şimdi durmayın
Bu dünya sizin; bu ahirete araf olan taraf sizin

Bir deri bir kemik, elimin nuru gözümün kiri
Coca Cola’nın kızılıyla sik beni, sik beni…






14 Kasım 2011 Pazartesi

yamuk kasım

-          Doktor bey neyim var?
-          Ateş böceğiniz var.
-          Ama yanmıyor.
      -     İşte bu yüzden buradasınız. 

12 Kasım 2011 Cumartesi

Milattan sonra Müjgan'dan önce.

Sonra uyuyorum tabi. Kaşınıyorum, esniyorum, geriliyorum… Bunlar hoş oluyor. Uyanmanın ilk on dakikası bir harika. Kesinlikle baş ağrısı yok. Bir buluttan diğerine sıçramış olmanın verdiği yumuşatıcı sarsıntı… Gözlerimi ovuşturup gözbebeklerimden eski görüntüleri siliyorum. Köşedeki bakkaldan (bakkallar hep köşede olur; bu edebiyat hilesi mi?) ziftli kahve alıyorum. Doldur. Biraz daha. Biraz daha. Evet. Evet. Evet. O kadar çok kahve tanesi yan yana geliyor ki; o artık kahve değil başka bir şey. Tıpkı o kadar çok insanın bir araya gelip de bir türlü aile ya da halk olamaması gibi. 

11 Kasım 2011 Cuma

oyuncak orospu


Özenle kullanılmış, azimle terk edilmiş beyaz bir sonbahardan
Emanet alınmış gibi için…
Tüm parçalarını söktüm, tüm düğmelerini kopardım
Nasıl yapıldığını anlamak için…

  

Cesare Pavese

Bir başkasını gerçekten seven insan bu ilişkinin neden ömür boyunca sürmesini istemekte direnir? Çünkü yaşamak, acı çekmek; aşkın tadını tatmak ise duygusuzlaşmak demektir. Bir ameliyatın ortasında kim uyanmak ister? 

8 Kasım 2011 Salı

ayraç -6-

- Ne kitabı o öyle diye baktı adam

- Huzursuzluğun Kitabı diye bakıldı Fernando Pesoa 

ayraç -5-

-yolculuk nerede diye sordu adam

- yolculuk 'yazı odasında yolculuk' diye sayıkladı Paul Auster

Umberto Eco

  Bazen günümüzde tam bir inançsız olabilmek için insanın filozof olması gerektiğini düşünüyorum; ya da belki de rahip.  

7 Kasım 2011 Pazartesi

H.L MENCKEN

     Bu dünyaya beyni daha büyük, böbreküstü bezleri ise daha küçük bebekler doğmadıkça savaşlar hiç bitmeyecek. 

M.S Macbeth

-          Konuşarak halledebiliriz dedim.
-          Savaşarak delirebiliriz dedi.  
-          Domates yiyerek kanı elde edebiliriz dedim
-          Kelle uçurarak fazla kilolarımızdan kurtulabiliriz dedi.
-          Lady Macbeth’i siktir et; Sen Shakespeare’ye sarılmaya bak dedim.
-          Müjgan mahallemizin kızı, ayıp ettin dedi.
-          Sen de kralımızı uykudayken fişekledin dedim.
-          Haklısın dedi.
-          Haklıyım ve güçsüzüm dedim
-          Güçlüyüm ve kaybettim dedi
-          Nerede o eski tragedyalar dedim.
-          Biz eskiden öldüğümüzde hayaletlere dönüşmezdik dedi.
-          Biz eskiden tüten sobalara saygı duyardık dedim.
-          Ver elini barışalım dedi.
-          Bugün elini veren yarın öbür elini de verir; olmaz öyle dedim.
-          Pislik yapıyorsun dedi.
-          Haklısın dedim.
-          Haklıyım ve ölüyüm dedi
-          Ölüyüm ve osurmaya devam ediyorum dedim
-          Kılıcımı indireyim de barışalım dedi
-          Kılıçlar hiç ölmüyor, ne kötü dedim
-          Mezarımı bir bulsam ah bir bulsam dedi
-          Çelenkler ağaç mıdır çiçek midir nedir dedim.
-          Lady Macbeth’in en sevdiği pozisyon cenin pozisyonuydu dedi
-          Müjgan denizler yüzmeyi, hayvanlar gülmeyi bilmez derdi dedim.


6 Kasım 2011 Pazar

2.5 Kasım

Yalnızlık a dostlar kedilere benzer. Orospu çocukluğunun alemi yok. Kedileri rahatsız etmeyin.

Emma Goldman

Aşkın ölçütleri sosyal konum, para ve mevki olduğu sürece fahişelik kaçınılmazdır.

9 Haziran



  Eve döndüm. Evin dışında yaz yağmuru denilen şey yağıyor. Sonunda Gamze ile olduğum zamanlarda kendimi aldattığımı itiraf edebilirim. Ansal mutluluklar, genel mutsuzluğun özyapısını ıskalıyor. Bununla birlikte örneğin boşalmanın bir saniyelik kopuşunda bir hayat anlayışı olarak kabul ve red edebilecek mutsuzluk birimi; içinde açılan oyuklarla münzevi görkemini kaybediyor. Çünkü ‘mut’tan yoksun olma tercihi, net bir tutumdur. Özne, asla biraz mutsuz kalamaz. Çok mutsuzum lafı, safsata!

  Gamze beni lekeliyor ve bu lekelerle pijamasına desenler çizdiriyor. Ve pijamasıyla rüyasız uykularından rüya gördüğünü sanarak uyanıyor. Ve onun uykusu benim uykum oluyor. Uykumu yiyor. Bu gece kesinlikle uyuyamayacağım. Damarlarımdaki ekşi zehir dolaşımından anlıyorum bunu. Kemiklerim ağrıyor benim.  

  Kaburga kemiğim ağrıyor. Terliyim. Havva kokuyorum. Kendi sesimi duyduğum bir başkasının yankısında ağzımdan epilepsi köpükleri çıkıyor: Ben Adem değilim! Ben Adem’in elması değilim. Ben Âdem’in yılanı değilim. Ben Adem’in yarı çıplaklığındaki incir yaprağı değilim. Ben çiftçiyim! Cennet çiftçisi! Bu tarlalar, bu bostanlar, bu seralar; neye gülüyorsunuz ahret UFO’ları? Neyin kıkırdaması bu? 

4 Kasım 2011 Cuma

3 Mayıs



  Uykusuzluğun getirdiği düş, hakikatin kaba etini mıncıklıyor. Başın dönüyor, gözlerin kararıyor, kafandaki çalkalanmayla meleklerin uçtuğunu sanıyorsun.

  Ölüyorsun. Gideceğin cenneti, yoldaki zebani tarif ediyor.

Wilhelm Reich

Asıl açıklanması gereken neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil; neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir.

ayraç-4-

Bu ülkede en büyük zıtlık hangi ikisi diye sordu adam

Şeriat ve Kadın diye öksürdü İlhan Arsel 

3 Kasım 2011 Perşembe

Kafkada düğün hazırlıkları



Gregor’un bir saplantısı vardı
Bu, tüm un çuvallarına kum doldurmaktı
Gregor bazen yüze kadar sayardı
Bazen yüzden geriye otuz ikide kalırdı

Gregor otuz iki yaşındaydı
Bir diş çürük, geri kalanlar sapsarı
Gregor bazen tuhaf davranırdı
Ay Gregor, of Gregor, ay Gregor

Ay buluta girer, bulut Gregor’dan çıkardı
Gregor bir bacaksız bağdaş kurardı
Gregor yatağında uyanır uyanmaz
Ay, buluttan çıkar çıkmaz…

Gregor böcek değil böcek olamazdı
O beynimizde ölür, kalbimizde yaşardı
Gregor bir akşam kendini astı
Sırtında yarısı yenmiş, yarısı yenilmekte

  Bir elma ağacı…





36. element: sülfürik dioksit


Uyudukça uyunmuyor, faktöriyel kozmosun içindeyim
Nasıl da fincanın alı mor, Theo Angelopoulos’un yönetimindeyim
Minimal makarna, çatalda zıplıyor
Sülfürik Bektaşi, Vietnam’da radyo spikeri
Aman avradım olsun bu buluş, du duruş, ku kusuş
Kekelemeye başlayan papağanın en büyük kelimesiyim…

Sırtı da güzelmiş bu hanımkarının
Penaltı kötü atılıyor, yer çamurdur, çamur azottur
Kimya öğretmenimiz bizi sevmemekle bir adet müdür
Ciddiyette de tarçınlı kahvede de
Lavaboda Cin Ali hayvanat atölyesi var
Yarim, gülüm, belalım; sen az bir dur.

Ablalar Nüleşiyor, papağan çene kası elde ediyor
Ben şimdi çok aşığım ve aşk güllelere tutuluyor
Ben şimdi çok kadındayım; harita metot bir keder defterimi dişliyor
Yer yatağı açarız, yıldız bazıları uzansın diye
Yer yatağı açarız, yıldız bazıları uzansın diyenim
Sinemalardan kovulmayın, mısırlar patra patra
Etekleri koklayın, jartiyer dijital burjuva
Beni bize sabitleyin, kilitleyin, stabilizasyonunda devrimin
Fena bir kalçada süpürgesiz hademeyim

Sonra bu burun – du durun – Dante cehennemde yastık sahibi
Soyut hostes, uçanı değil pilotu düşürtüyor
Burada bir kahkahasızlık tüm evrenin yarım ebesini mahvediyor
Papağanın kafesi var, papağanın güneşte çarpılmış aktörü var
Papağının geç kalan taksisi, babaanneye dökülmüş sürahisi
Papağanın dublör kullanmayan teşhisi var.

Var oğlu var diye biri var. Varlar ranzalaşıyor
Üst katta yatan, kendini şeker kız Isabell sanıyor
Bunlar oluyor sevgili kovulmuşlar
Bunlar krampon çağında sahaya dikişmiş halılar olarak
Ah canınız yandı
Ah canımız çoktu
Diş, kendini elektronun rahminde çektiriyor…

Yine de güzel papağanın alı mor renkleri
Yine de susmasaydı başlamazdı, başlamazdı tabi kekemeliği…



Jorge Luis Borges

 Her zaman cennetin bir çeşit kütüphane olabileceğini hayal ettim. 

24 Nisan


  Her bilinçaltı kendi parmak izini taşıyor. Burada bilmiş bilmiş konuşmanın uzaya bir faydası yok sevgili uzay kardeşlerim! Freud diyeceğini demiş gibime geliyor. Sıkı bir tip…
Kıskanamayacağım kadar iyi.

  Ki genelde kişilerin başarılarını değil, bizzat kendilerini kıskanıyorum. Orada öylece duruyorlar ve kendilerini kıskandırtıyorlar. Yapabildiklerinden ziyade olabildikleri beni alakadar ediyor. İşte oradalar. Karşımda, yanımda… Sağa sola ‘özenle’ saçılmış vazo parçacıkları gibi… Güldüklerinde gamzeleri, somurttuklarında mimik çizgileri kabarıyor. Şarap falan içiyorlar. Asla yanılmıyorlar ve dünyanın bir tangonun içinde döndüğünü sanıyorlar.

  Burada durmuş lekeli atletimden kurtulmaya çalışıyorum. Kıskandığınızı asla elde edemezsiniz uzay kardeşlerim. Yok saydığınızı ertesi gün kargo şirketleri evinizin önüne kadar bırakır.

2 Kasım 2011 Çarşamba

6 Nisan



  Bugün havadaki soğuğu kanımda hissettim. Hemen ilkçağa gitmek istedim. Ve mümkünse orada kalmak… Üşümenin, bir gerçeklik değil başlı başına bir yaşam biçimi olduğu o ıssızlık çağına… Dinozorların ayak izleri hala bazı gölgeli bölgelerde silinmemiş olsa… Uzanıp o izlerin çukurunda ayakkaplarımı bağlasam… 

  Üç bin tane insan olsa yeter… Sürekli kar yağsa ve bu üç bin insan karın saçlarını ıslatıp kendilerini hasta etmesinden sakınamayacak kadar aptal ve masum olsa… Aptal olmak istiyorum. Bilmekten sıkıldım. Her yıl elli milyar aspirin tüketildiğini, her pul yaladığında yalayanın 0,1 kalori verdiğini, gözleri açık hapşırmanın imkansız olduğunu bilmesem mesela…
  Annem bilmek ve bildirmek için televizyonun sesini biraz daha açıyor. İlk çağda olsam, tek televizyonum deredeki aksim olsa…

  Ne yazık ki oraya, o çağa dönmek için bir zaman makinesine, yani yine vicdansız teknolojinin nimetlerinden faydalanmak gerekiyor. Bugün paradoks kelimesinin anlamını öğrendim. Bugün, paradoks nasıl olurmuş bildim. Maalesef bildim…

ayraç -3-

Gizliajans'ın bağrında Oğullar ve Rencide Ruhlar'a Tatlı Rüyalar diliyor Alper Canıgüz... 

ayraç -2-

Neden Sezgin Kaymaz okumaktan çekiniyorsunuz? 

           Geber Anne dediği için mi? 

1 Kasım 2011 Salı

ayraç -1-

Saul Bellow okuyan bir kadınla evleneceğim - dedi adam

- Kıs kıs güldü buna Boşlukta Sallanan Adam 

Andrei Tarkovsky

   Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil; ama Spielberg gibi örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız Star Wars ve Süpermen gibi sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum; ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam. 

galu-bela

Şu kadarcık bir şeysin işte
Elim biter dünya başlar bir şey
Yaş sayısı beşi bulmayan kırmızı kızların aksine
Kırk yıllık çocuksundur
Çocuk doğmuş, çocuk ölmüş
Mezarına sığmayacak hiçbir berfin…

Öyle uzanacaksın sararmaktan yeşillenmiş makilere
Bir dost bir dostun parmağını kesebilir kasıt içeren sevdalar dâhilinde
Gidişin vardır; dokunsam tünel çöker altında kalırız karanlığın
Kibarsın; bir sevsem cesedini göl kumlarıyla şakalaşırken bulacaklar
Şu kadarcık bir şeysin işte
Halıya dünya dökülse
Bileklerinle deneyeceksin kurtarmayı…

Ben pek beceremem kakaoyu
Ve hazır yanaklarının siyahı varken, tutulmamışken, koparılmamışken
O lunaparkın giriş kapısı gibi aklımdasın
Yaş değil gök sınırlaması var
Kimin yıldızları daha konuşkan
Kim daha çok azalabiliyor
Ben pek beceremem vanilyayı
Ve hazır dudaklarının sarısı varken, soba yanmışken, güneş ne işe yarıyorken
Bir mektubun önsözünü yayılan bir sütün kirletememesi gibi aklımdasın
Zaten gerisi do minör
Gerisi seyircisiz oynanan tiyatro sahnesi

Dönüşün vardır: bu akarsuyun kaçı yağmur, kaçı gözyaşı gibi
Dünya, gökyüzünün enkazı
Hangi ışığa sırtımı kaşıtsam sana rastlıyorum bir sokak kedisine adres sorarken
Bir de boynun olmasa, kim ziyaret edecekti ay sakallı dedeyi…
İncinebilirsin: su, bir damladır çünkü
Kimse tanımaz onu eşkâlinden
Bir suyu bir sudan ayıran zamanıdır
Zaman geç kalmışsa gece, akrebin ayıbıdır
İşte böyle doluyor çam ağacıma yılbaşları
Cehennem sezonu açıldı da bellekli dalışlarda
Herkes trafiğe bol alacalı âminlerle çıkıyor
Çıkıyorsun, kapı rüzgârın suratına kapatılıyor
Ve hazır yanakların varken, henüz portakalın kokusu şubatlarda pişirilmemişken
Daha ne kadar susturulabilir ki saçların…

Şuncacık bir yerden gelmişsin
Üstünde biraz dışarsı, biraz zar azizliği
Dünya dönedursun, ben sana bildiğim trenleri anlatayım
Kaç Jack London’la köpük damıttığımı
Kaç caddeye aşk atıp kaçtığımı
Biraz soluklan, yorulmuştur şimdi senin gözlerin şemsiye taşımamaktan
Annemin günümüze yetişememiş paraları gibi aklımdasın
Birbirine değdikçe ses çıkaran, uzaklaştıkça değeri azalan
Yıllara okunan bir meydanda adıma dikili müdür bakışlı bir bahçedir adın
Kertenkelelerden korkar, gülleri parmak uçlarıyla besler
Böyle haziran gibi bir yaz
Balkon kokar her açık temas
Şuncacık bir şeysin oysa
Uçuklu rüyalarda arta kalanısın el işi fukaralıkların

Leb demeden ayrı düşmüş iki doğusuyla Karadeniz
Biraz Azerice, biraz düşmanca
Ama aynı kıtadayız, aynı dünyanın ve aynı şiirin çeperinde
Dudaklarında güneş çıkmış,
Lügatinde morumsu esmerlikler
Ov onları bir bardak yalnızlık şekliyle…

Yavaş yavaş biter kahvaltı
Biraz sonra olman gereken yerdesindir şimdi
Oralarında buralarında senler
Bir kangurunun kaçırılacak yerleri gibi aklımdasın
Kucağımda yıldız ve fotoğraf
Boynumda çizgi ve film
Önümde arkam ve sen…
Bir bavulu bir bavuldan ayıran fermuar sayısıdır
Zaman gelmişse, beklemek, gidenin ayıbıdır
İşte böyle sızıyor kanıma votka rusyası
Cennet, bir süre otopark olarak kullanılsa da
Herkes, beni senden ayrı bir müsvette baharı sanıyor
Sanıyorsun, rüzgâr kapının arkasından koşuyor
Ve hazır sen varken, henüz kimsesizlik sensizlikten başka bir barutken
Şuncacık bir şeysin işte
Şuncacık…

  







la la sindrel


Sen bu satırları okuduğunda ben çoktan
          Sol omzundaki meleğin sağ omzunda olacağım

Garip bir açıyla yaklaştığım dünyaya
          Görkeminin cinnetinden; cennetinin lavlarından akacağım

Çünkü sen bu satırları okurken tüm kımıltılar bir bir canlarına dönüşecek

Çünkü çilli çerçevende tozu bulutuna karışmış ben
Fillerinin yeşili çimenlerine bulanmış, yedi kere yediyi bir
Kez olsun çarpmamış;
Ah ne hazin ne hazin; kara tahtaların önünde görüyorum seni
Elin, avucunun içindekinden küçük;
Dizlerinden başlamış bükülmeye; gözlerinden bükülmüş başlamaya
 
Yüzümde Demokles’in kılıcı; bana hep gülüşünden güzel tehlikeler aksın
Ötelerden geçilmekte şimdi; bazen sütlü hep üç şekerli
Bak bu kaldırımlar; bu ayakların; bu aradaki rüzgar esi
Bana geldiğinde bu böyle; Beyazıt yolcusu kalmasın…

Sekizde sekiz kusursuz hacmine
Gökyüzü düştü; melekler topal

Bileklerinde damar değil kelebek
Kesildiğinde kan değil kısa hayat dramları

Dağların delisine uzanan bozkırların ummanında kendi mavisine sığınmış olansın…
Böyle başlar bazı aşkların biyografisi…

İkisinde konuşmaya; üçünde konuştuklarını unutmaya başlar…
Başlar dördünde hatıralanmaya. .
Beşinde başka bir beşle sarmaş dolaş. .
Beş kere beş sen eder
Kollarımı unutturana dek
            Sarıl bana!

El ayak çekilince bazı sizlerin sislendirdiği sokaklarda
Ayaklarım adımlanır ellerinin çizdiği yollara…
Bu böyledir!
Başka tür bir çarpılmayla
Beni ellerimin önüne bağlıyorsun
Bunu yaparken gözlerin elalanıyor
Kentin bir tadı yok artık
Tadının kenti balıkların yuttuğu akvaryumda…

Serçeler biteviye şişmanlarken önündeki kırıntılarlasın
Böyle biter bazı utançların seremonisi

Başka açıklaması olamaz
Minik hapşuruklarla göğe çizdiğin bulutların anlamlandırılması
Bak bu bir tavşandır, bu tavşanın ayakları bu da evrenin yaratılma nedeni
Bak bu da göğün yedi katında ( ama çarpamıyoruz)
Bak bu da başkalaştırılmış benin aşkalaştırılmış senden arta kalanı…

Girdabından manalı rüzgarlar çıkaracağım günler geliyor
O günler ki perşembeden salıyı çıkardığında çarşambalar bulabileceğin değil
Değil elinle tutabileceğin, dirseğinde sancısını duyabileceğin
Başka bir ayda başka onikilikler istiyorum
Bunu isterken gözlerin elalaşıyor
Neyse ki bölünebiliyoruz hala, çarpamadığımız kadar
Bir kavuşmadan bir ayrılığa

İşte Sindrel bu kez bir gerçeğin teşebbüsündesin
Cezasından indirime gittiğin bir Tanrısallıkta
Kanatlara yer çekimi; yamalı göklere yağmurlar beğenensin…

  Bırak aksın saçlarından parmaklarının ojesiz morluğu
Bir yakuttan bir altından gayrisi; bir madenin isli hakikatinde
Kahverengimle varım hırkanın boyun kokusunda

  Bırak uzasın saçların mavinin bizi denizleyen açılımıyla
Tanrısından tenime değdiğin bir şaşkın dinde
İşte Sindrel, ruha temasın örtüsüz beyazlığındasın…

Çünkü sen bu satırları okurken bu satırlar başlattı kendini…
Küçük bir vedanın büyük merhabaları başlatacağı o akşamüstünde
Şimdi ve burada ve burası olmayan her yerde
Çünkü yokluğuna suspus; gelişine seviyorum seni…










yırtılmalar

Bir cenazede yapabileceğim en ciddi iş
Ölmek;
Bedenimi ikinci el morglar karşılayacak
Hiç kimseye kavuşamamanın verdiği geçici rahatsızlıkla
Sabahı bekleyeceğim,
Sahi kaç gün sonra sabah olacak?

mersiyeden mersilerle

Sevişmek, efsunu BÜYÜ’ten, o girdap olan, o yellere çıkan
Su soğudu, dünya sıfır, sola çevir tüm kollarını

Çünkü böyle mayıslar zor yetişiyor
Sinema arasında kaçanın da bir ritmi var
Devamsızlık hak da; ölüm bu kadar mı hata
Gecede gün kez suda kara kuru da vebalime veban olmak düştü
Kuş olarak düştüm avuçlarına
Sus olarak rujlaştım dudaklarında

Can israfa giriyor böylelikle; kışın altını biraz kısan
Hani? Hani tehlike anında çevirdiğin bir telefon numarasında
Karşındaki sessiz, ciltsiz, alışveriş marketsiz
Karşındaki kıyametinde kıymetini biraz geçmiş

Karşı karşıya kalmış karşılaşmalarda cehtinden ciddiyetine doğru inen eldim
Telefon kapandı, dünya solda sıfır

Biriktirildin de dünya bir aşka yaradı
Öpüştürüldün de adabın muaşeretsiz kaldı; tenin bir içimlik balayı
Şiire şiir denmiyor şehirler işgal edilmedikçe
Sola kırdığın, sola doğru kırıldığın bu ahval senin
Dokundum sana; dokundum,
Aramızdaki kaçağı olduğum elektrik; öylesine gri
Güneşi bir anda kişisel mesele haline getirdiğin

Mesela’larını tükettiğim
Amcalara tüm çünkülerimizi gösterdim

Şehir, hızla sollanıyor

Ağzındaki dudaklardan dilin dilimdeyken bahsedelim…

   


et

Çektiğim of’a cevap
Himalayalar’dan geldi,

Artık herkesten başka kimseyi özlemiyorum.

                                                            

bostancı sapağı

Sakındığından geldim; otobüs adresi soran amcalardan
        Şarabi dalgalarıyla iskeleleri iskeletleştiren tutkulardan

Bir elini sana sarıp bir elinle uzaktan kumandaları tüm dünyanın
  Ağzındaki çikolatayı çiğnenen toprak bilip
  Bilmezlikten, cahillikten ve esrimenin tarihinden geldim

Uçuğun rujla kamuflesinde gemisini denizle yıkayan kırmızım benim

Işığın açtığı tavandayım

Kaçtığın aşkın herhangi bir Taksiminde
Önce ardıma sonra bereketime doğru gözlerimi kısıp
Yakın gözlüklerim nerede hanım?

Çünkü bileklerimi kavrayıştaki durgunluk, karanlığa kör taklidi oldu
Çünkü Kibele seni üretirken beni topraklarında ay çiçek, çiçek yoldu
Buradaydım, tüm yaşlarımı toplayıp gidenin tutan taksimetresine isyan
Sabittim devrilirken, bariton bir kederle
Ağzımdan vursan dilimden kusacaktım; kelimeler önem sırasına göre suskun
Korkum, sızlanmalı rakılardan gebe kalmışken

Geçmişim mışken, tarihten bir sabah  
Pek pekmezli gülüşünden çıkarttığım bu deniz hayvanı
Karaya küs, gemiye korsan, akşamları mum yakmaya ölüm

Ben mi hızlı yürüyorum; yollar mı eve çok erken?

Çünkü somurttun mu benden? Çünkü sıkıldık mı ömürde her gece
Aynı günü seyretmekten…

Tuzun da umudu biter bitmez; kumsaldaki ayak izlerin çalındı
Bileklerimi kavrayıştaki durgunluk; hemen soldaki ikinci Taksimde
Bütün çekmecelerin karıştırıldı; ruhun beyaz olarak ele geçirildi

Sustun, güldün, kabahatlendin; büyüdün gözümde_ gözüm küçüldü
İnandığın sayılar matematikten; güvenmediğin sırdaşlar yalanlarından geçti
Eve daha çok var mı dedin; teleskop hangi ayın aynası?
Ve senleyken ve kül mürekkebe bulaşmamışken
Ve tüm tatillerim hafta sonuna denk gelirken…

Telli örgülerin mahkûmiyetinde sallandı esmer saçlarım
Ağırdan satılan bir ülkenin kutsal kitaplarında cisminin hallerine rastladım…

Seni akıtacak olan nerde kanım?


27 Mart

27 Mart

  Buradan astronotlara ve arkeologlara sesleniyorum? Yazdığım sayfalar bir asır sonra; bin yıl sonra; dinozorlar yeniden türeyip yeniden soyları tükendikten sonra yerin üç yüz kat altına gömülebilir. Bir şekilde zıplayan birilerinin eline düşüp oradan aya, marsa, ayak izlerimin silinmeden durduğu Satürn’e karışabilir. Bundan sonra sizinle konuşacağım. Bu kararımdan beni hiçbir natüralist çalçene uzaklaştıramaz.

  Görülüyor ki define haritası, define sandığının içinde bırakılmış. Üstelik sandığın anahtarı kim bilir nerede? Bunu yapan kim? Neden böyle yapıyor? Kimse bana asıl erdemin, asıl cici biciliğin aramak olduğunu söylemesin. Önemli olan tabiî ki de bulmaktır. O nedenle, o define sandığının içinde insanlığı ve dolayısıyla beni ilgilendiren bir şey varsa; onu o topraklara gömen adamın aklını kumarhanedeki masalara yatırmalı. Kaldı ki o sandığın peşine düşen hıyarlar, günlüğümü es geçebilirler. Her gün tutulmayan bir şeye ‘günlük’ diyen beyincikleri de haralara kilitlesinler. Aç ve susuz bıraksınlar onları ineklerin altında. Böylece günlerce aç ve insansız kalarak yamyamlığın günlüğünü okumuş olurlar.

  Benim yazdığım pekala karadaki seyir defteri. Bir yayanın yol güncesi. Bir gün naaşımı bozulmadık bir halde bulursanız ne kadar yaya olduğumu mantarlı ayaklarımdan çıkarabilirsiniz. Anatomi hep güzel şeyler göstermiyor sonuçta. Asfaltta pişen bir ayak tabanından yükselen dumanlar belki bir UFO’nun görüş açısına girer de dünyalar arası bir kazaya sebebiyet verir. O zaman amma gülerim ama yattığım yerden olmayan dişlerimi sanki varmışlar gibi birbirine çarpa çarpa.

  Muhtemelen dünya kendi başını yakmadan ya da bir dış dünyanın askerleri buraya karantina almadan önce öleceğim. Düşüp öldüğüm ve bok gibi kokan bir ceset olduğumda sual meleklerini ya da sondan bir önceki peygamberin kolluk güçlerini beklemeyeceğim.

  Dediğim gibi tek umudum astronotlarda ve arkeologlarda. Size şimdiden sesleniyorum. Satürn’e fırlatılacağım sanırım. Olmadı Sultanahmet’e gömüleceğimden neredeyse eminim. Orada çok kısa boylu, ortasından çatlamış bir ağaç var ya. Aha işte onun altına… 

bir numaralı nöbet kulesinden bir numaralı şarlatana...

Bir Numaralı Nöbet Kulübesinden Bir Numaralı Şarlatana

  Doğarsın… Çatık kaş, geniş alın;
Yeşil peçe, dar gözlük…
İlk elin günahı, cehennemi
İkinci elde ebenin hayat balçığı ellerinden korkarsın…
Ingaaaa’dır
Aguuu’dur
Ananın inek tarlası; babanın çekiçsiz orağı
Şimdi sen az ilerideki Devlet hastanesinin küvez sakarısın.

  Süt dişleri çok önemlidir. Emme basma tulumba gece müziğini şekillendirir
Pastörize lekeler… Süt, kağıda döküldüğünde harf değil alfabe
Kâğıt, sütü kestiğinde aklar değil; saydamlar
İkinci yaşında akı ak, harfi harf bir hayaletsindir
Tavandaki gölgelerden; beşiğindeki devlerden korkarsın…
Altını ıslattığında yağmur romantizmini yaşamışsındır; aferin
Kundağın yırtıldığında; dövmüşsündür onları; aferin
Şimdi sen, yalancı zaferlerinin mukavvadan tacısın…

Altısında ilk bisiklet, yedisinde ilk önlük, sekizinde ilklerine kadar üşümeler…
Din kültürünü, hayat ve ahlak bilgisini ve en çok da yalanı öğrenirsin…
Mahalle maçlarında asla kaleye geçmezsin
Sucuklu tostunu yerken aşık olur
Simidin susamlarını yolarken unutursun…
Çünkü sen ardışık sayılardan korkarsın…
Saymaya sıfırdan başlar trilyonda bitirirsin…
Ama milyar çıkmaz iki dudağının arasından
Kimse duymaz 102, 103, 104 dediğini
Şimdi sen başlangıca sonuçtan ulaşan minik bir liberal canavarsın…

İlk gençliğinde sivilcelerinin içinde biriktirirsin hırsı…
Kütüphaneler değil, değil sinemalar
Kerhaneler ve stadyumlardadır ılık nefesin…

Öpüşmek değil, değil sarılmak
Geç boşalma taktikleri, indirimli fiyatlarda pozisyon zenginliği
Buluşmak değil; değil randevulaşmak
Belirlenmiş arzu, eteğini biraz daha yukarı kaldır seferberliği…

Oysa sen en çok bir kadının ayak parmaklarından korkarsın…
Ve külahın içinde eriyen yüzlerinden…

İsyan değil, değil başkaldırı
Son bir maçta yumruğunu seni hiçbir zaman görmeyecek adamlar için kaldırırsın.
Söz değil, değil akıl işareti bir slogan
Yaptığın tezahüratlarda yırtıcı kıçının biricik emeğini kurtarırsın…



Askere adam öldürmek için gider;
Nöbette nasıl uyuduğunu anlatarak dönersin…
Yanlışın içindeki ikinci yanlışta herkes komutanın ve herkes erindir…
Tüfeğinin penis ucuyla lirizm tarihini komple dipçiklersin…
Çünkü sen şiirlerden; toprağın söz çekimi kadar korkarsın…
Attığın dayakları sihir, yediğin dayakları mecburi hizmet sanarsın…
Ninniler ve mehterler
Düşlerinde borazan çığırtkanlığı
Kanepelerde bir öyle bir böyle
Beyazıt’ta bellidir ineceğin; Sen Laleli durağında uyuyakalırsın.

Kesme işaretiyle ayrılmıştır özel alanların…
Filozoflar ve şivesiz konuşabilenler içeri giremez…
Babanın zoruyla gittiğin Cumalar, babanın parasıyla içtiğin rakılar
Sarhoş olmadan önce kıldığın namazlar, namazdan sonra getirdiğin salavatlar
Sen Allah’ı bir tek senin zambak bahçen sanırsın…
Tek ütopyan Hurilerdir, baldan ırmak hülyalarıyla susuzlanır dillerini şapırdatırsın.
Haneye yanlışlıkla sağ ayakla girsen hay Allah!
Hay Allah! Sen Allah’tan da korkarsın…

Tüccar, kasiyer, mühendis veyahut arsa sahibisindir…
Faizi haram, mirasyediliği hakların en yüce hakkı bilirsin…
Esnaf bilgeliğin, proleter ezikliğinle
Büyük İskender’in hayattaki kayınçosunu bile baştan çıkarırsın.

Bir çocuğun hünerine değil, değil bir gülüşteki sonsuz rüzgara
Reklamlara, Los Angeles’a ve sokağın sonundaki çorbacıya inanırsın…
Büyük fikirlere değil, değil ölümü suç bilip hayatla öpüşenlere
Adriyatik denizine, bestsellere ve son model her şeye inanırsın…

İlk görüşte görücü usulü, karının adı Fatıma
Çocuğun erkek olursa evlat, kız olursa uzak akraba…
Sen taşlaşmış bir çağın konuşabilen tek fosilisin
Kraldan daha kralcı, kralcıdan daha da kralcı
Sen var ya sen, amortiden patlamış son rakam ikramiyesisin…

Bacılarına mini etek giymeyi yasak eder
Padişahlarının eteklerini öpersin…
Paradoksal anaforlarda döne döne düşeş
Birikimsel kapitalde kendi boyuna tur bindirirsin…

Gün doğumundan, sivri uçlu kalemlerden, yabancılardan korkarsın…

Büyümekten, kapı girişlerinden, çok anlamlı kelimelerden korkarsın…

Senden habersiz değiştirilmiş tek bir harften korkarsın…

Benden de korkarsın…

Bu şiirden de korkarsın…
Tarihin büyük adamları salonuna oturmaya geldiğinde
Pencerendeki ölü martıları havalandırırsın…
Böyle anlatırlar seni köşelerde, kahvelerde
Böyle sustururlar seni, sustalılarda, şarjörlerde
Havaya ateş, yere yalan, sonraya kendini atarsın…

Ve bir gün bir volkan görürsün rüyanda…
Çayına iki şeker katar
Ötekiye tekme tokat dalarsın…

Bir çocuk hünerine değil, değil gülüşteki sonsuz rüzgara
Hakikatin ilmine değil, değil inançtaki kan tutmuş cana
Bu şiire değil, değil şiirlerdeki akan giden mısralara

Sen şimdi karşıdaki sokaktasın
Sen şimdiden
Sen karşıda olmaktan
Sen sokaktan
Sen olmaktan korkarsın…